Yine ve yeni bir zor dönemden geçiyoruz. Mevcut coğrafyası, mevcut toplumsal dokusu, eksik demokratik tarihi ile bu, adeta Türkiye'nin kaderi.
Şu an itibariyle baktığınız zaman Türkiye'nin önünde üç büyük mesele bulunuyor.
Bunlardan ilki şüphe yok ki Suriye meselesi.
Yanı başımızda bir dünya savaşı yaşanıyor. Uluslararası güçlerin, bölgesel kuvvetler, ülkeler ve hareketlerin, Suriye'nin etnik topluluklarının ayrı ayrı içinde olduğu ve herkesin kendi çıkarının peşinde çoklu, karmaşık ittifaklar kurduğu, çok yönlü, çok eksenli bir çatışma bu.
Belki de bir dünya düzenin iflasına, bir yenisinin aranmasına ve adım adım oluşmasına işaret ediyor. İran ve Rusya örneğinde olduğu gibi tehlikeli siyasi güç ve hegemonya arayışları bu gelişmelerin motor fonksiyonunu görüyor.
Türkiye Suriye savaşının her anlamda içinde. Suriye'yle en uzun ve onlar açısından Batı'ya açılan tek sınıra sahibiz. Savaşın püskürttüğü 3 milyon civarında Suriyeli göçmen Türkiye'de yaşıyor. Bu sayının artması muhtemel ve göçmenler kendi başına Türkiye için bir ulusal güvenlik ve siyasi meselesi halinde.
Bu savaşta IŞİD Türkiye'yi de hedef alan, Türkiye bağlantısı yoğun ciddi bir tehdit, Suruç, Ankara, Sultanahmet saldırılarının yarattığı tablo ortada.
Savaşının Türkiye açısından en önemli boyutu ise Kürt meselesi. Suriye'nin Kuzeyinde tüm sınır hattı boyunca uzanan bir alana PKK-PYD'nin yerleşme ve burayı sahiplenme politikası var. Türkiye bunu da varoluşsal bir tehdit olarak kabul ediyor. Bu boyutuyla da her geçen gün Suriye çatışmasının içine çekiliyor. Zira bu durum bizi farklı arayışları ve niyetleri olan güçlerle karşı karşıya getiriyor. Rusya bunların önde geleni.
Söyledik, Suriye krizi, bir dünya düzenin iflasına, bir yenisinin aranmasına, adım adım oluşmasına işaret ediyor.
Türkiye'nin bu oluşumda yeri ne olacak. Kaybı ve kazancı ne olacak? Bu sorular hayati.
Türkiye'nin önündeki ikinci büyük mesele kısmen Suriye savaşının yarattığı ortamla ilgili. Bu, Türkiye'nin Kürt meselesi olarak karşımıza çıkıyor. Ve bu mesele her geçen gün PKK'nın egemenlik arayışı ve alan genişletme politikası etrafında şekilleniyor. Kandil'in bu stratejisine karşılık sorunun çözümünde siyaset arayışı yerini asayiş tedbirlerine bırakıyor.
Bunun ülke iklimine, ekonomisine, imajına, demokrasisine etkisi olumsuz oluyor. Nitekim Güneydoğu'da dün Sur, Cizre, Şırnak'ta yaşanan bugün İdil ve Nusaybin'de yaşanacak gibi görünüyor.
Kamu otoritesi bir isyanı bastırmaya konsantre olmuş durumda.
Bu sorunu aşmak ve kontrol almak şu anda sistemin en kritik konusu.
Üçüncü büyük mesele ise yarıda kalmış, belki tam başlamamış bir geçiş sorunudur.
Türkiye'nin son 15 yıldır yaşadığı sosyolojik ve siyasi değişimi hala eski dönemin, eski rejimin anayasası, yönetim tarzı ve kadükleşmiş toplumsal sözleşmesi kuşatıyor.
Anayasal bir seferberlik bu kuşatmayı kırmak ve yerine Türkiye'nin dokusuna, ihtiyaçlarına uygun bir yapı oluşturmak için atılması gereken ilk adım. Anayasa meselesi Kürt sorununa el atmak yeni bir vatandaşlık ve aidiyet tanımı yapabilmek için de önemli, siyasetin merkezini yeniden ve açık bir şekilde tanımlayabilmek için de mühim. Siyasetin ve ülke yönetiminin merkezinin açık ve tartışmasız biçimde Beştepe, cumhurbaşkanlığına kaydığı bir dönemdeyiz. Bunun toplumsal meşruiyet ayağı da son derece yüksek. Sadece bu fiili tablo bile anayasa meselesini elzem hale getiriyor.
Ancak biyasi yelpaze bu konuda kolay yol almamızı engelliyor. Toplumun bir kez daha hakem olarak devreye girmesi gerekiyor.
Türkiye önümüzdeki aylarda, tüm 2016 yılında bu sorunlar ya da meselelerle karşı karşıya kalıp, bunları çözmeye çalışacak.
Sonuç ise geleceğimizi ilgilendiriyor.