Alper Görmüş

04 Aralık 2013, Çarşamba

Günahı da sevabı da “aşk”tan...

Savaş muhabirliğinden derlediği itibarı öğüttüğü 90’lardaki tarzından akılda kalanlarla anılıyor hâlâ... Eleştiriler haklı, fakat ben onun mâzur olduğunu düşünüyorum.

Hakiki bir aşkın her şeyi önemsizleştiren ve uğruna katlanılmış neredeyse her yanlışı meşrulaştıran doğalarını, Sezen Aksu bir şarkısında ne güzel ifade etmişti: "İstanbul İstanbul olalı / Hiç görmedi bunca keder / Geberiyorum aşkımdan / Kalmadı bende gururdan eser..."

Şimdi böyle bir aşığı, "gururunu yerlerde sürüklediği" gerekçesiyle kolayına kınayabilir misiniz?
Savaş Ay, "habere" ve "haberciliğe" neredeyse kutsallık atfeden, benim hiçbir zaman benimsemediğim bir ekolün en önemli temsilcilerinden biriydi... Öyle bir kutsallık ki, haberin en pespayesi bile, onun üzerinden meşrulaştırılabiliyordu. Fakat burada, Savaş Ay'ın, bu tarzın hiç değilse büyük tuzaklarından kendisini sakınabildiğini eklemeliyim.
Fakat Savaş Ay mesleğini, mesela benim gibi salt "kamusal sorumluluk" duygusuyla yapan biri değildi; gazeteciliğe ve yaptığı işe kelimenin bildiğimiz anlamında "aşık"tı. (İşin bu kısmını anlayabiliyorum... Ben de çocukluk ve gençlik yıllarımın büyük arzusunu gerçekleştirip doktor olabilseydim, sanıyorum mesleğimle onunkine benzer bir ilişki kurardım.)
İşte bu nedenle, Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak'ın kaleminden okuduğum, bence Savaş Ay'ı mükemmel bir biçimde anlatan şu satırları okuduğumda ona hiç kızamadım:
"Cep telefonumdan bir mesaj. (...) Açtım. Kaptan'dandı. Savaş Ay'dan. Şöyle diyordu. Daha doğrusu şu muştuyu veriyordu: 'Abim, ustam; (...) Defne Joy'un annesi, dahası eşinin de anne-babasıyla evlerinde ilk görüşen oldum. Mal sabah ellerinden öper. İyi geceler.'
"(...) Ertesi sabah gazeteye gittiğimde masamda dosya hazırdı: Dört günlük yazı dizisinin spotları, fotoğrafları...
"Az sonra Savaş Ay damladı. 'Abim' dedi, 'İki yıldır aha şu koltukta oturuyorsun, beni hiç manşete çekmedin.'
İtiraz ettim. Yanıtladı: 'Tamam, çok sürmanşet oldum ama manşet hayır.'"
Hikayenin devamı: O günkü gazete, Savaş Ay'ın haberini manşete çekerek kurulur. Fakat akşama doğru baş döndürücü gelişmeler olur: Mısır'da Hüsnü Mübarek'in devrilişi, Türkiye'de Balyoz davasında 163 subaya tutuklama kararı...
Fakat Erdal Şafak sözünü tutar: Savaş Ay'ın haberi manşettedir yine; sürmanşet alanı da Mübarek ve Balyoz haberleri arasında paylaştırılır.
Ben olsaydım...
Birinci olarak: Haberim ne önemde olursa olsun "manşet" talep etmezdim, "anlatmadan anlaşılmak" isterdim...
İkinci olarak: Haberim, talebim olmaksızın manşete konsaydı bile, o gün benimkinden çok daha önemli haberlerin olduğuna inanıyorsam, duruma itiraz ederdim (ki örneğimiz tam böyle bir duruma işaret ediyor.)

Aşıktır, mâzurdur...

Fakat dedim ya, Savaş Ay mesleğine aşkla bağlı bir gazeteci, haberlerini çocuğu gibi seven biri... Dolayısıyla ben onu "niye öyle yaptın" diye asla kınamam; aşıktır, mâzurdur.
Gazeteci Nevin Sungur'un, yıllarca birlikte çalıştığı Ay'ın ölümünün ardından yaptığı değerlendirme, haber ve habercilik söz konusu olduğunda onun neden mâzur sayılması gerektiğini çok güzel anlatıyordu:
"Savaş'ı 1991 yılında Tempo Dergisi'nde daha çömez bir muhabirken tanıdım ve bir insanın gazeteciliğe nasıl bir aşk ve tutkuyla bağlı olabileceğini sonraki yıllarda onunla çalışırken anladım. Cesareti, cüreti, sonsuz enerjisi ve varlığının nedeni; aslında hayatla kurduğu ilişkinin adıydı habercilik onun için. Ve bu ilişki hiç bir sınır tanımazdı. Her yerde olmak, herkesi tanımak, herşeyi bilmek, denemek, görmek, yazmak, kayda geçirmek, hikâyeleştirmek isterdi. Çalışma arkadaşları ailesiydi. Çocuklarına kızar gibi bağırır, küserdi bir haber doğru dürüst toparlanmadığında ama sonra gönül almayı da çok iyi bilirdi."
Oğlu Ulaş Ay da babasıyla bir hastane sohbetini şöyle anlatmıştı:
"'Baba benim fotoğraf makinem seninkinden daha iyi' dedim bir gün. 'O benim çocuğum, laf etme' diyerek sert baktı. O an anladım ki gazetecilik onun çocuğuydu ve bir evlatla eşdeğere sahipti."
Meslektaşı, arkadaşı Erhan Öztürk'ün tanıklığıyla tamamlayayım bu faslı:
"Savaş Ay, 14 yıl mücadele ettiği hastalığına rağmen her zaman haberciliğin merkezinde, reflekslerini kaybetmeyen, bir şehirden diğer bir şehire hep haber peşinde koşan bir muhabirdi. Haberle beslenip, haberle yaşardı. Tedavi gördüğü İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden de zaman zaman kendi deyimiyle, 'kaçıp' habercilik yaptı. Kolunda serumla ABD Büyükelçisi'ni takip edip haber yaptı. Taksiciyle, büfeciyle, sokakta yaşayan insanla her an görüştü."
Birçoğumuzun anlayamayacağı bir iptila; fakat böyle...

Televizyondan önce, televizyondan sonra

Aslında gazeteci olarak iki Savaş Ay var: Televizyon öncesi ve televizyon sonrası...
Büyük bölümü savaş muhabirliği dönemine tekabül eden birinci Savaş Ay "toplayıcı"ydı, haberin peşinde koşardı, "ilginç" olandan çok "önemli" olanla ilgiliydi...
İkinci Savaş Ay'ı ise televizyon dünyasının talebi doğrultusunda haberi "üreten" ve "önemli"den çok "ilginç" olanı kovalayan bir konumda görüyoruz... Bu dönemin Savaş Ay'ı, haber değerlerinin arka sıralarında bir yer işgal etmesi gereken "ilginçliğe" en önemli haber değeri muamelesi yapmış, "her ilginç şey haber değildir" ilkesini unutmuş görünüyor. (Hakkını yemeyelim: 90'lar gazeteciliği biraz da böyle bir gazetecilikti ve aslında hiçbirimiz masum değildik. Fakat o sanki ölçüyü biraz kaçıranlar bölümünde yer alıyordu.)
Savaş Ay'ın 90'lar boyunca birçok başka meslektaşı gibi "televizyonun iğvası"na kapılıp, ne "gidiyorsa", çok da fazla kamusal sorumluluk gözetmeden oraya meylettiği de yine çok açık... Yok, ben bu fasılda, zamanında gereğinden fazla zikredilen "adam tokuşturmaca"lardan söz etmiyorum... Mesela misyoner karşıtı kampanyaya o dönemde yaptığı katkıları hatırlatmak istiyorum.

Gazeteci "olmadığı" nadir anlarda...

Aslına bakarsanız, onun gibi şefkatli, yufka yürekli birinin, ister istemez insanları incitme ihtimali olan o tuhaf programlarla bir işinin olmaması gerekirdi. Fakat işte, gazeteci olarak iz bırakma ve damga basma güdüsü o kadar güçlüydü ki, bu tarafları ister istemez o gemlenemez güdünün gölgesinde kalıyordu.
Gazeteciliğini unutabildiği kısa anlarda, sanki gazeteci Savaş Ay'ın ikinci döneminden memnuniyetsizliğini anlatmak isteyen bir başka Savaş Ay çıkar ortaya. İşte o zamanlar, şu türden tanıklıklarla karşılaşırız:
"Bir gece otostop çekerken arabasına bindiğimiz gazeteci, televizyoncu...
"Gideceğimiz yere bırakmamıştı gerçi. İnönü Stadı'nın oradan araba ile Dolmabahçe'ye inerken, ben montaja gideceğim şurada bir çay içelim demişti.
"İki saat kadar çay içip, sohbet etmişti bizimle. Hayata dair, siyasete dair, aşka dair bir sürü şey konuşmuştuk. Siyaset konuşurken gerilmiştik bile hatta. Ama sohbet güzeldi. Hatta montaja bile geç kalmıştı.
"Gideceği zaman hesabı ödeyip, bir taksi çevirmişti bize. Şöfore, kızlar A Takımı'nın kızları, kapılarının önüne kadar bırak deyip, adamın cebine para koymuştu.
"Tüm kalbimle sağol kaptan, her şey için. O gece sözlerimizle seni üzdüysek affola." (Ekşi Sözlük'ten ferimah).
Ferimah'ı bilmem ama, son döneminde de "aşkı"nın çağrısına uyup haber peşinde koşmasını hoyrat bir dille eleştiren Ekşi Sözlük'çüler epeyce üzmüştü onu.
Onlara verdiği şık cevap, 90'ların canavar gazetecisinin gerçekte nasıl yumuşak va şefkatli bir adam olduğunu ve dünyamızdan öyle göç ettiğini ortaya koyuyordu:
"Ekşi Sözlük'teki arkadaşların bu durumuma yaklaşımları, hayli hoyrat geldi ve üzdü beni. Sadece bunun bilinmesini isterim. (...) Ben kalan yolu kısalmış olsa da onu çok ciddiye alıyor, çok seviyorum. Acısıyla, tatlısıyla, elbette ki Ekşi'siyle. Esen kalın..."

SON DAKİKA