Alper Görmüş

20 Aralık 2013, Cuma

2013'te medya

2013'te medyanın en temel problemlerini içeren üç gelişme...

"2013'te medya" bahsini, medyamızın en temel problemlerini içeren üç önemli gelişme üzerinden toparlayacağım... Bunlardan birincisi, yıl içinde yaşanan çok sayıda işten çıkarma hadisesi... Bu olay üzerinden, medya sahiplerinin ve gazetecilerin algıladıkları dışsal baskılar karşısındaki sorunlu pozisyon alışlarını tartışacağız... Taraf gazetesindeki, editoryal bağımsızlık gerekçesiyle gerçekleştirilen toplu istifaların basında sessizce geçiştirilmesi de aslında yine 2013'ün temel tartışmasıyla ilgili; onu da ele alacağız. Nihayet, medyamızdaki hemen bütün sorunlar için bir turnusol kâğıdı vazifesi gören Gezi Parkı olaylarıyla 2013 içindeki turumuzu bitireceğiz...

LAFLA "EDİTORYAL BAĞIMSIZLIK" GEMİSİ YÜRÜMEDİ...

2013'ün hiç bitmeyen medya tartışması iktidar-medya patronları gazeteciler ekseninde gerçekleşti. Gazeteciler yıl boyunca üzerlerindeki baskıdan şikayetçi oldular, konuştular fakat hiç direnmediler... Medya patronları işten çıkarma yönündeki tasarruflarını iktidarla "papaz olmama" gerekçesine bağlayıp, tıpkı gazeteciler gibi kendi sorumluluklarının öne çıkıp tartışılmasını engelleyebildiler. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Hasan Cemal'in Milliyet'ten çıkartılmasından sonra medya patronlarına ve gazetecilere sorumluluklarını hatırlatan, çok yerinde bir uyarıda bulundu: "Baskı varsa, direnme de olmalı..." Aslında medya dünyasında yaşanan sarsıntıların, otosansürlerin tamamını "iktidar baskısı"yla açıklamanın ne kadar eksik bir değerlendirme olduğunu anlayabilmek için "muhalif basın"a bakmak yeter.

Oralarda muhalefetin hiçbir sınır ve kural tanımayanı, medeni bir ülkede "çöp" sayılacak bir üslupla yapılıyor, fakat "iktidar baskısı" onların üzerinde nedense hiç etkili olmuyor. Neden? Çünkü onlar Cumhurbaşkanı'nın tavsiyelerine uyuyorlar! Demek ki mümkünmüş. Demek ki "hayır" dendiğinde o "hayır"ın somut bir karşılığı olabilirmiş... Demek ki "hayır" diyebilen patronlar olduğunda iktidarın yapacak çok fazla bir şeyi yokmuş... Demek ki cari "basın özgürlüğü"nün düşük irtifada seyretmesinde iktidar baskısından daha tayin edici olan şey, medya patronlarının ve gazetecilerin denizanası pelteliğindeki tavırlarıymış. İktidarın "medya üzerindeki baskısı"nı artırdığının yoğun olarak öne sürülmeye başladığı 2011 sonbaharında, Taraf gazetesinde kaleme aldığım üç bölümlük yazının başlığı şöyleydi: "Lafla editoryal bağımsızlık gemisi yürümez!" Beni bu yazıları yazmaya sevk eden şey, gazetecilerin sürekli olarak çok korktuklarından söz etmeleri, fakat buna karşılık "iktidar baskısı"ndan kaynaklandığı söylenen işten çıkarmalara karşı hiçbir direniş emaresi göstermemeleriydi. Bu, gazetecilerin "özgür basın" çağrılarında ciddi bir inandırıcılık sorununa yol açıyordu. Ben, 2011 sonbaharından sonra sürekli olarak, sadece iktidar baskılarına karşı laf üretmekle basın özgürlüğünün korunamayacağını, bunun gazetecilerin ve medya patronlarının sorumluluklarını gizlemekten başka bir işe yaramayacağını anlatmaya çalıştım. Cumhurbaşkanı'nın bile "direnseydiniz kardeşim" dediği Hasan Cemal olayından sonra bu sinik tavır tahammül fersâ bir boyut kazandı. Çünkü iktidar sözcüleri, Başbakan'ın Hasan Cemal'e tepkisinin sadece bir yazısına tepkiden ibaret olduğu, gazetenin sahibinin bunun üzerine Cemal'in işine son vermesinin hesabının gazete sahibinden sorulması gerektiği yönünde bir savunma yaptılar. (Cemal'in işini kaybetmesinden sonra iktidara en yakın gazetelerden biri olan Yeni Şafak'ın ona yazarlık teklif ettiğini de ekleyelim bu tabloya.)#Sayfa#

"Herkes kendi işine baksın" denebilseydi
Bu olay, medya sahipleri ve gazetecilerin kendi sorumluluklarından kaçamayacaklarını gösteren çok net bir tablo koydu ortaya... Mart ayında kaleme aldığım "Basın özgürlüğü kavgamızın inandırıcılık sorunu" başlıklı yazıda, bu tabloyu şöyle anlatmıştım: "Gazetecilerin, başlarına gelen her musibeti 'iktidarın baskısı'na havale edip kendi sorumluluklarından kaçmaları (psikolojide bu türden davranışlara "yansıtma" deniyor) Hasan Cemal hadisesinden sonra bir "imkân" olmaktan çıktı. Bu "imkân"ın sürdürülebilmesi için Hasan Cemal ve benzeri hadiselerde gazetecilerin denizanası pelteliğindeki dirençsizliklerinin hatırlatılmaması; gazetecilerin başlarına gelenlerin çoğunun müsebbibinin "iktidar baskısı" bahanesine sığınıp kendilerini gizlemeyi başaran patronlar olduğundan söz edilmemesi gerekiyordu... "İşte bu nedenle, gazeteleri ve televizyonları yöneten gazetecilerin, iktidarın patronlar üzerinden gönderdiği söylenen 'talimat'lara direndikleri takdirde neler olabileceği, bu ezberlerin içine hiç nüfuz edemedi.

"Şimdi, ilk kez Hasan Cemal hadisesi vesilesiyle ezber bozuluyor, 'basın özgürlüğü, baskı, sansür, otosansür' bahsi, 'gazeteciler direnseydi böyle mi olurdu' sorusuyla birlikte mütalaa edilmeye başlıyor." Tarhan Erdem de Radikal'deki yazısında bir dizi soruyla meseleyi somut düzeyde tartışıyordu: "Milliyet sahibi, eğer yapıldığı söylenen baskı karşısında, 'Herkes kendi işine baksın' diyebilseydi değil, düşünebilseydi, Hasan bey gazeteden ayrılır mıydı? (...) Başbakan'ın, halka söylediklerini eleştirme görevi başka, sözlerini tehdit veya emir saymak başka bir yaklaşımdır; ikincisi Hasan Cemal olayındaki gibi, 'vazife çıkarma' yolunu açar." #Sayfa#

Tartışmanın hayırlı bir sonucu
2013'ün bu büyük medya tartışması, gazetecilerin editoryal bağımsızlıkları konusunda kendi sermayelerine karşı dirençli olamamalarının, medya patronlarının iktidar karşısında ellerini zayıflattığını göstererek, çok hayırlı bir rol oynadı. Şöyle ki; Editoryal bağımsızlığın en önemli yönlerinden biri "patrona karşı editoryal bağımsızlık"(tır). Bu, aslında, medya patronlarının hükümetler ve devletler karşısında dik durabilmesinin de ön koşuludur. Çünkü alttan, gazetecilerden bir direnç gelmezse, basın patronları doğaları gereği sadece ceplerini düşünecek, "özgür gazetecilik" falan umurlarında bile olmayacaktır.

Onları yola getirecek, iktidarlar karşısında daha dirençli kılacak yegâne şey, gazetecilerin editoryal bağımsızlık konusundaki ısrarları olabilir ancak. Tersi olur, gazetecilerin, patronlarını zor durumda bırakmama kaygıları gazetecilik kaygılarının önüne geçerse; ya da gazeteciler "patronumun ricasını yerine getirmezsem etrafta tonla yerine getirecek adam var" meşrulaştırmasıyla davranırlarsa patronlar da bunu tepe tepe kullanır. Özetle, bu işin matematiği şöyle işler: Gazeteciler patronlarına direnç gösterirlerse, patronlar da muhtemel iktidar baskılarına karşı bu dirence referansla, "kusura bakma, yapabileceklerim sınırlı, yoksa bu gazeteyi çıkartamam" demek zorunda kalır. Tersi durumunda, muhtemel iktidar baskısı karşısında patronlar iktidara "tabii efendim" derler sonra da gazetecilere dönüp "anlayış" beklerler.#Sayfa#

TARAF'TAKİ DİRENİŞ NEDEN SESSİZCE GEÇİŞTİRİLDİ?
Bu bölümdeki, "Lafla 'editoryal bağımsızlık' gemisi yürümedi" başlıklı yazıda 2013'ün temel medya tartışmasından söz etmiş, editoryal bağımsızlık için gazetecilerin her şeyden önce kendi sermayelerine karşı dirençli ve kararlı olmaları gerektiğini vurgulamıştım. 2013'ün ortalarına doğru bu açıdan medyada benzeri görülmemiş bir direniş öyküsü yaşandı... Direnişin önemini, o günlerde kaleme aldığım bir yazıda şöyle ifade etmiştim: "Kendim de içinde olduğum için, istifa eden Taraf yazarlarının davranışını övmekte zorlanıyorum, fakat her zaman saygıyla andığım Haydarpaşa Lisesi'nin 1960'lardaki müdürü Halil Tekinalp'in uyarısına sığınarak bunu yapacağım... "'Övgüyü hak ettiğinizin apaçık olduğu durumlarda tevazu göstermeyin' derdi Halil Bey, 'çünkü bu tavrınız, daha gürültülü bir övgü talep ettiğiniz biçiminde yorumlanabilir...' "Halil beye, bu uyarısıyla bana şunu söyleme cesareti verdiği için teşekkür ediyorum: Taraf yazarlarının tepkisi, Türk basınında daha önce örneğine rastlanmamış, benzersiz ve tarihsel önemde bir tepkidir." Fakat çok ilginç bir biçimde, bu direniş medya dünyasında sessizce geçiştirildi. Bu sinik tavrın nedenlerine biraz sonra gelmek üzere Taraf'ta tam olarak ne yaşandığını kısaca anlatmak isterim...

Ahmet Altan'ın istifasından sonra gazetenin genel yayın yönetmenliğine getirilen Oral Çalışlar, birkaç aylık bir mesainin ardından gazetenin imtiyaz sahibi Başar Arslan'ın editoryal kadroya kaba bir müdahalesiyle istifaya zorlandı. Çalışlar bir yurt gezisindeyken, Başar Arslan dört yazıişleri müdüründen birini görevden aldığını bildirdi ve o ismin künyeden çıkartılmasını istedi. Yazıişleri müdürleri, Genel Yayın Yönetmeni'nin bilgisinin olup olmadığını sorduklarında "bilgisi yok, benim tasarrufum" cevabını aldılar. Çalışlar, haklı olarak bunun kendisine yönelik bir "git" mesajı olduğunu söyleyip istifa kararı aldığında, gazetenin yazarlarının kahir ekseriyetini oluşturan 24 kişi imtiyaz sahibine bir mektup yazarak olan biteni tasvip etmediklerini belirttiler ve kararını yeniden gözden geçirmesini rica ettiler. Başar Arslan'ın buna cevabı, bir yazı işleri müdürünün daha işine son vermek oldu. Bu gelişme üzerine 24 yazar ortak bir bildiriyle Taraf gazetesinden istifa ettiklerini duyurdular... Dediğim gibi, istifalar medyada tuhaf bir sessizlikle geçiştirildi. Bence bu sinik tavrın altında, benzer patron tasarrufları karşısında her zaman tepkisiz kalan gazetecilerin, yaşananların kendilerini de bağlayacak bir ölçü oluşturması kaygısı yatıyordu. Fakat korkunun ecele faydası yok... O ölçü konmuştur ve benzer durumlarda, dile getirilmese de hep zihinlerde olacaktır.#Sayfa#

GEZİ VE GAZETECİLİK...

Gezi olaylarında sadece oto-sansür değil, kötü gazeteciliığin akla gelebilecek bütün boyutları mebzul miktarda vardı... İyi gazetecilik örneklerine ise ne yazık ki nadiren tesadüf ettik. Önce en çok dile getirilenden, oto-sansürden ve "penguenler"den başlayalım... Gerçekten de merkez medyanın gerek hükümeti destekleyen bölümü (yeni merkez medya) gerekse de hükümete karşı belirli bir mesafeyi korumaya çalışan geleneksel (eski) merkez medya kesimi çok kötü bir sınav verdiler. Çadırların sökülmesini ve eylemin kitleselleşmesini izleyen ilk gece her iki merkez medya kesiminin İstanbul'da hiçbir şey yokmuş gibi davranmasını nasıl açıklayabiliriz? Hiç şüphesiz birinci neden, olayları olduğu gibi vermeleri durumunda hükümetten gelebileceğini düşündükleri tepkilerden çekinmeleriydi.

Fakat ben o ilk gece devrede bir başka nedenin daha olduğunu düşünüyorum: Kargaşa korkusu... Televizyon yöneticilerinin o manzaraya bakıp ürktükleri ve yayınlarlarsa kaotik bir ortam doğacağından çekindikleri kanaatindeyim. Bunu, tercihlerinin doğru olduğu anlamında söylemiyorum, sadece tespit yapıyorum (tabii yanılıyor da olabilirim.) Gezi gazeteciliği, ürkekliğinin yanı sıra gazeteciliğimizin kronik zaaflarından birini daha açığa çıkardı: Hakikatin bütününün değil, "bizim taraf"ın işine yarayacak bölümünün peşinde koşmak... Taksim Dayanışması'nın, mahkemenin olayların hemen başında aldığı ve duyurulduğu takdirde olayları yatıştırıcı bir rol oynayacağı muhakkak kararını önceden öğrendiği halde kamuoyuyla paylaşmadığına dair haberler bağlamında bu, net bir biçimde ortaya çıktı. Durumu sorgulamak amacıyla yazdığım bir yazı nedeniyle bir bölümünü gazetecilerin oluşturduğu sosyal medya ahalisinin tavrı, buna çok iyi bir örnek teşkil etti. Ayşe Arman'ın dizi haline getirdiği ve çok beğenilen "Gezi Parkı tanıklıkları"nda polislere mikrofon tuttuğu bölüme (Hürriyet, 14 Temmuz) karşı geliştirilen ölçüsüz tepki bir kez daha gösterdi ki: Kimse, hakikatin bütün boyutlarının bilgisine ulaşmak niyetinde değildir; kimse o bilgi üzerinden bir tartışma yürütmek niyetinde değildir; kimse o tartışma üzerinden "toplumsal iyi"yi aramak niyetinde değildir. Ayşe Arman önce Twitter'da çarmıha gerildi; suçu polisleri kamuoyuna "mazlum" olarak göstermekti... Ertesi gün, Gezi sürecinde hükümet yanlısı basının en "parlak" performanslarından birkaçını sergilemiş olan Takvim gazetesi manşetten giydirdi "Ayşe Armanpour"a... Gazeteye göre Arman, polisleri "zalim" göstermek için kotarmıştı röportajını. (Hatırlayanlar olacaktır: Takvim, CNN International'dan Christiane Amanpour'la hayali bir söyleşi yapmış, ona CNN'in Türkiye yayınlarını "para ve tehdit" karşılığında gerçekleştirdiklerini itiraf ettirmişti!) Ulusalcı basın ve televizyonlar ise adeta "kan görelim kan" diyen, olayların sakinleşme belirtisi gösterdiği anlardaki "hüzün"lü halleriyle bir başka âlemdi. Bu cenahın başlıca iki televizyon kanalı olan Ulusal Kanal ve Halk TV'nin Gezi eylemleri boyunca dillerinden düşürmedikleri "demokrasi"den ne anladıkları, Gezi'nin son günlerinde Mısır'da gerçekleştirilen askeri darbeyle ortaya çıktı: Ulusal Kanal haberi "Mısır'ın Tayyip'i gitti", Halk TV ise "Kızım sana söylüyorum..." başlıklarıyla verdi. Gezi, tıpkı savaşlarda olduğu gibi aşırı ölçülerde kutuplaşmış toplumlarda da "önce gazeteciliğin kaybolduğunu" gösterdi bize...

SON DAKİKA