İdris Kardaş

İdris Kardaş

03 Eylül 2017, Pazar

Vesayetçilerin ve FETÖ'nün yeni hedefi

FETÖ'nün Siyasi Parti İhtiyacı

1921 Anayasa'sının yada diğer adıyla Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun ilk maddesi.

"Hakimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir."

Ve hemen ardından gelen ikinci madde; bu egemenliğin milletin iradesinin tek tecelli ettiği organ, yani Meclis tarafından kullanılabileceğini ifade eder.

Daha sonra Cumhuriyet'in kuruluşu ile birlikte 1924 Anayasası yazılır. Artık birinci ve ikinci maddeler yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletini tarif eder. Ancak hemen sonraki üçüncü ve dördüncü maddeler yine egemenlik ile ilgilidir. Anayasanın üçüncü maddesi bugünkü haliyle de kullandığımız; "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" şeklinde yazılır. Hemen ardından "milleti TBMM temsil eder ve egemenlik hakkını yalnız o kullanır" maddesi gelir.

Genç Cumhuriyet 1946 yılına kadar kurucu M. Kemal ve sonrasında da milli şef İnönü dönemleri ile yönetilir. Bu süre boyunca egemenliğin millette olmasının bir sakıncası yoktur. Zira tek partili bir "demokratik" hayat nedeniyle halkın egemenliğini devredeceği TBMM, zorunlu olarak hep Cumhuriyet Halk Fırkası üyelerinden oluşmuştur. Bu dönemde CHP dışında iki kez çok partili hayat denemesi yaşanmışsa da biri 7 ay, diğeri 4 ay açık kalabilmiştir. Ancak 1946 yılında CHP içinde Celal Bayar, Adnan Menderes ve arkadaşlarının muhalefeti ve birçok iç/dış nedenin de zorlamasıyla Demokrat Parti kurulur ve Türkiye'de çok partili hayata geçilir. Demokrasi için küçük, Türkiye için büyük bir adımdır bu.

Egemenliğin kullanımı konusunun sorun olmayacağı düşünülür. Ancak Bayar ve özellikle Menderes CHP'den farklı bir sosyolojiye dayanır ve bu sosyolojiyi siyasi merkeze taşımaya başlar. Yıllarca naftalinlerle korunan iktidara artık Anadolu kokusu bulaşmaya başlamıştır. Halk denizleri doldurduğu için millet plajlara girememiştir. Ve 27 Mayıs'ta egemenliğin "cahil" ve henüz "demokrasi için hazır olmayan" halka geçtiği düşüncesiyle bir darbe yapılır. Başbakan Menderes ile arkadaşları idam edilir ve süratle yeni anayasa yazılır.

1961 Anayasası ile egemenlik konusu bürokratik oligarşiyi tesis edecek bir şekilde halledilir. Anayasasının 4. maddesinde yine "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." denir ancak hayati bir ekleme yapılır. "Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır." Yani artık bundan böyle millet, egemenliğini direk kendisi değil, kurumlar aracılığıyla kullanacaktır. Önceki anayasalarda var olan "egemenlik Meclis eliyle kullanılır" sözü de "Yasama yetkisi Meclis'tedir" şeklinde değiştirilir. Meclis de burada ilk durumdan daha geri bir pozisyona düşürülür, diğer anayasal kurumlar Meclis'in de önüne geçer. Artık Türkiye'nin kaderi değişmiş, kısa süren millet egemenliği son bulmuş ve kurumsal egemenlik, yani kurumlar aracılığıyla egemenlik tam olarak tesis edilmiştir. Yeni anayasa ile bu kurumlar tek tek kurulur. Anayasa mahkemesi bu dönemde kurulur. Askeri yargı tamamen bağımsızlaşır ve kamu kurumu niteliğinde meslek odaları tesis edilir. Bu meslek odaları da zorunlu üyeliklerle vesayeti yeniden üreten ve egemenliğin milletin eline geçmemesini sağlayacak emniyet supabı görevleri görür. Türkiye, halkın seçeceği siyasetçilere devredilmeyecek kadar önemli bir ülkedir ve bu yüzden tüm kurumlar güçlendirilip, perde önünde "rejim" denilerek, perde arkasında "vesayeti" koruyup kollayacak yegane merkezler haline getirilir.

Daha sonraki yıllarda AYM, YÖK, Emniyet, Yargı, Ordu, meslek odaları gibi tüm bu kurumların Türkiye demokrasi tarihine bıraktığı olumsuz izlerle sık sık karşılaşacağız. 90'larda, 2000'lerde ve sonraları hep birlikte izlemekle yetineceğiz.

12 Eylül 1980 darbesi sonrası hazırlanan 1982 Anayasası'nda kurumsal egemenlik daha da güçlendirilir. Ordu, 27 Mayıs'tan ve 1961 anayasasından aldığı güçle artık kemikleşmiş bir şekilde siyasetin belirleyicisi olur ve egemenliğin devredildiği diğer kurumların öncüsü olarak iktidarın yegane merkezi haline gelir.

Bu yıllarda siyaset kurumu iyiden iyiye zayıflamış, ülkenin idaresini kurumlar sağlar olmuştur. Kurumları yönetenler artık hem anayasal olarak hem de ordunun ve diğer kurumların gücünü arkasına alarak ülkeyi yönetirler. Bu dönem boyunca CHP hiçbir zaman iktidar olmak için gerçek anlamda siyaset yapma ihtiyacı duymaz. Sistemin içerisinde olmak için emniyette, yargıda, YÖK'te ama özellikle orduda etkin olmak, ülkenin gerçek iktidarı olmak için yeterli olduğundan; CHP bir siyasi parti refleksiyle hareket etmez ve kurumsal egemenliğin tüm nimetlerinden faydalanarak ülkeyi perde gerisinden yönetir.

Ancak 1980'lerin sonuna doğru, çok açık bir şekilde uluslararası yapılar tarafından yönetildiği ve bağlantılı olduğu açığa çıkan FETÖ de benzer şekilde ülkeyi yönetmek ister. Bu örgüt, kurumsal egemenliğin farkında olarak, siyaset yapmanın önemsiz bir detay olduğunu çok iyi kavrar ve kurumların içerisine sızar. Emniyet, yargı, ordu, akademi ve diğer tüm bürokratik yapılar içerisinde güçlü bir şekilde yerini alarak günden güne güçlenir. Böylelikle ülkeyi yönetecek derecede etkin olmaya başlar ve o da kurumsal egemenliğin tüm nimetlerinden faydalanır. Artık ülkeyi yöneten paralel ortak FETÖ olur ve 80'lerin sonundan itibaren ülkenin gizli iktidarı olma yolunda ilerleyen bu yapının niyetini anlamak Ak Parti iktidarına kadar mümkün olmaz. Recep Tayyip Erdoğan'ın milli egemenliğin yeniden tesis etmeye yönelik kararlı siyaseti, FETÖ'nün alanını günden güne daraltır. Erdoğan'ın bürokratik oligarşiye savaş açmasıyla birlikte FETÖ artık 7 Şubat'ta ama en net şekilde 17-25 Aralık'ta seçilmiş Ak Parti iktidarına, içine sızmış olduğu ve yönettiği kurumlarıyla (emniyet-yargı) savaş açar. 1960 Anayasası ile birlikte hayatımıza giren "kurumsal egemenlik" FETÖ'ye iktidar alanını açan en büyük zemini böylece oluşturmuştur. Yargı ve emniyeti kontrolü altında tutan bu örgüt, ülkeyi yöneteceğini ve siyasi iradenin buna karşı koyamayacağını düşünür. Malum, FETÖ'nün sızdığı bir diğer kurum olan orduda da kendi üyeleri aracılğıyla 15 Temmuz'da darbe girişiminde bulunur. FETÖ elindeki tüm kurumları seçilmiş siyasi iktidarı bitirmek için sonuna kadar kullanmış, bu süreçte siyasi ve milli iradeye alenen savaş açmıştır.

Ancak 15 Temmuz'da işler istediği gibi gitmez. İki FETÖ üyesinin konuşmalarına da yansıyan "Bu millet bırakın direnmeyi, topa tüfeğe karşı siper almayı; yere yatmasını bilmez" bakışı, milletin tankların altına yatması, uçak ve helikopter atışlarının altında direnmesi sonucunda yerle bir olur. 15 Temmuz'da milletin direnişi Türkiye'nin artık kurumlar eliyle yönetilmeyeceğinin en açık göstergesi olmuştur. 27 Nisan, 17-25 Aralık gibi yargı ve emniyet kurumlarını kullanarak düzenlenen darbe girişimlerinde Ak Parti siyasi kanat olarak kurumsal egemenliğe direnmiş ve halk da bu direnişi seçimlerde AK partiyi destekleyerek devam ettirmiştir. 15 Temmuz'da ise topu, tüfeği, tankı, uçağı olan ve dolayısıyla da kurumlar içerisinde en güçlü konumda olan orduyu yönetmenin de ülkeyi yönetmek anlamına gelmeyeceğini halk canıyla, kanıyla bu vesayetçi yapılara göstermiştir.

Yani siz istediğiniz kurumu, yargıyı, emniyeti hatta silahı olan orduyu dahi ele geçirebilirsiniz ancak ülkeyi yönetemezsiniz mesajını, bu millet canıyla kanıyla çok açık bir şekilde ortaya koymuş oldu. Dolayısıyla 1960'lardan bu yana devam kurumsal egemenlik düzeni, 15 Temmuz'daki direnişimiz ile fiilen, 16 Nisan referandumu ile birlikte de anayasal olarak çöktü. İşte tam da bu noktadan sonra vesayet odaklarının eski sahipleri el ele vererek hem 15 Temmuz'daki direnişi itibarsızlaştırmaya hem de 16 Nisan'daki halkın tercihini yok saymaya başladılar. CHP ile FETÖ'nün bu iki konudaki söylem ve eylem birliklerinin temelinde, kurumsal egemenliğin, 15 Temmuz ve 16 Nisan'da millet ve desteklediği siyasi irade tarafından yerle bir edilmesi yatıyor. CHP'nin ve yeni kurulan diğer partilerin ilk hedefinin 16 Nisan referandumunda kabul edilen, milli egemenliği tesis eden "Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini" iptal edip, yeniden parlamenter sisteme geçilmesi için siyaset yürüteceklerini açıklamaları vesayet sistemini devam ettirmeye yönelik son bir çabadan ibarettir.

Peki vesayet odakları kurumsal egemenliğin çöktüğü, anlamını yitirdiği, gücünü kaybettiği, anayasal olarak sona erdiği bir süreçte ne yapacaklar? Eski alışkanlıklarını sürdürürlerse bu ülkeyi yönetme şansları olmayacaklarını artık öğrendiler. O zaman önlerine bir yol daha çıkıyor. FETÖ, kurumlar eliyle ülkeyi idare etmeye muktedir olduğunu, dolasıyla siyasetin güçsüzlüğünü bildiği için bugüne kadar bir siyasi partiye ihtiyaç duymamıştı. Siyasetin zorluklarıyla uğraşmamış, kendini oy toplamak için yıpratmamıştı. Ancak 15 Temmuz ve 16 Nisan sonrası siyaset kurumu güçlenmiş, kurumsal egemenlik çökmüş, milli egemenlik kazanmış olduğundan, FETÖ, siyasi partiler içerisinde daha fazla etkin olmaya çalışacaktır. Zira onu yöneten küresel vesayet odaklarının Türkiye'yi kendi çıkarları için yönetme iddiasından vazgeçeceğini beklemek rasyonel olmaz. Türkiye'yi yönetmenin yolu artık kurumlardan değil, bizatihi siyasetin içinde var olmaktan geçecek. FETÖ veya diğer yapıları kullanan küresel vesayet odakları hem yeni partiler aracılığıyla hem de var olan partilere sızarak çıkarları için çalıştıkları uluslararası yapılara layık olmaya çalışacaklardır. Sanılanın aksine FETÖ siyasi partiler içerisinde bugüne kadar çok etkin değildi, ihtiyaçları yoktu ancak bundan sonra daha etkin olmaya başlayacaklar. İlk hedefleri de 15 Temmuz direnişini itibarsızlaştırmak ve 16 Nisan'da vesayetçilere karşı kazanılan zaferi geri döndürmeye çalışmak olacaktır. Siyasetin ve demokrasimizin salahiyeti için bu girişimlerle sivil siyaset alanında mücadele etmek zorundayız. Yarım asır sonra elimize aldığımız egemenlik gücünü tekrar vesayet odaklarına kaptırmayalım.

SON DAKİKA