Selahattin Yusuf

04 Aralık 2012, Salı

Haydi artık, düşün; bizi şok et!

İslam'ın ve Hz. Peygamber'in, her şeyden önce "suçun ve suçlunun götürülüp teslim edileceği ve karşılığında şu veya bu ücretin alınacağı bir otorite" değil; bir sevgi ve neşe kaynağı olduğunu sık sık unutuyorlar. Her akşam Vadi'nin kiremit rengi ufuklarına doğru yükseltiyordu sesini Bilal. Dediklerine göre ince ve yanıktı sesi. Akşam ezanlarında sesi çöle inen kızıl vaktin ruhaniyetiyle birleşiyor, yükseliyor ve mahzunluğun ahengiyle, sesten bir aydınlık olarak açıyordu kanatlarını şehrin üstünde. Acaba ırkının fazladan ezilmiş siyah derisi de sızıyor muydu o sesin çatlaklarına? Acaba kendi kişisel ızdıraplarının yorgunluğunu da bağırıyor muydu Bilal? Acaba tekbirlerden herhangi birinin tam ortasında sesi işkencelerin acı hatıralarından biriyle duralıyor, acılaşıyor ve ılık su gözlerinin ince aralıklarından sızıyor muydu dışarı?

Tarih, benim şimdi çok ilgilendiğim bu küçük ayrıntılarla ilgili pek bir şey söylemiyor. Ama şunu söylüyor: Hz. Peygamber'in hakikat çağrısına uyup gelmiş, toplanmış olanlardan bazıları, bir zamanlar koyun otlatıcısı bir köleden başka bir şey olmayan Bilal'in ezan okuyuşundan rahatsız olmuşlar bir gün. Aslında onlar için küçük, önemsiz bir rahatsızlık; ama benim için önemli, ilginç bir ayrıntı şimdi bu. "Ey Allah'ın elçisi, Bilal ezanı yanlış okuyor" demişlerdi, "Bilal her ezanda 'ş'leri hep 's' olarak okuyor, hata yapıyor!" Hz. Peygamber ise onlara şöyle karşılık vermişti: "Bilal'in bu kusurla okuduğu ezan, Allah katında daha makbuldür!"

Bilal, sadece hakikatin sesine kulak kesilmişti, o sesi o uçsuz bucaksız tepelerin üzerinden ötelere doğru kanatlandırırken. Nüansları pek bilemiyordu. Geldiği yerde (Habeşistan) "ş"ler yoktu. Ama bir şey vardı. Elçi'nin aynı zamanda samimiyetin (ihlas) de büyük menbaı olduğunu hissetmiş, bilmiş, buna iman etmişti. Ona güvenmiş, inanmış ve onu çok sevmişti. Vaktiyle üstüne taşlar, kızgın kumlar ve demirler konulmuş yaralarının kabuğu, şimdi kardeşleri tarafından kaldırılacaktı. Olsundu. Buna da katlanırdı elbette Bilal. Ama olmadı. İzin verilmedi. Hakikat'in rayihasıyla kavrulmuş ruh, bu kadarına izin vermezdi. Onun "kusurlu" ezanı, Allah katında daha makbuldür, dedi. Mesele kapandı.

Ama kapandı mı gerçekten? Belki de Hakikat'in, ruhun ve sevginin peşinde değil de "s"nin peşinde olanlardı, sonradan Hz. Ali'yi ve ailesini çok zor, güç ve giderek vahşi şartlarda sınamanın alçaltıcı zamanlarında yaşayanlar. "s"nin takipçileriydiler tabii onlar da. Besbelli.

Zamanımızda da yaşıyorlar. Yaşamıyorlar mı? Peki o zaman biz Siyer'i, Tarih'i neden dizlerimizi kırıp çökerek dinliyoruz ki? Bu kadarını anlayıp, bu küçücük olayın -bana göre son derece önemliküçük ışığını bin beş yüz yılın ve onca yaşanmışlığın ardından çıkarıp getirip günümüzün kavgasının üstüne düşüremiyorsak, bizden ne olur ki? Biz o zaman hangi kavgayı barışa tebdil edebiliriz ki? Biz insanlara, dünyaya ne söyleyebiliriz ki?

Ezan'ın eşsiz, tarifsiz müziğinde ruhlarını yıkamayı bilemeyip, işaret parmaklarını yoksul, yanık ve üzgün bir sessizden başka bir şey olmayan şu "s"nin üzerine doğrultanların oğulları ve kızları hâlâ aramızdalar. Yaşıyorlar. Yargılıyorlar.

Bizden sonra gelen kuşağın büyük bir çaresizliği var. Gün gün izleyebiliyor insan. Ufku daralmış, hakikat meselesinin yakıcı terbiyesinden uzak, hayal gücü şu popla veya bu topla burulmuş, dertsiz, tasasız, derdi dünyayla sınırlı bir kuşak bu. Twitter'da, olmuyorsa Facebook'a, olmuyorsa yorumlarda, olmuyorsa bloglarda, olmuyorsa izleyici yorumlarında hafiyeden geçilmiyor. Hepsi de "s"nin peşinde! Onu, büyük bir diskurun içinde bile bulsalar seviniyorlar! Onu nefasetin, estetiğin, ruhun içinde bulduklarında, nefis bir sonatın içindeki bir nota sürçmesi gibi canları sıkılmıyor; ona sarılıp o büyük müziği öldürmenin yolunu arıyorlar hemen. Onu, "s"yi yani, bütün insanlığın derdine bir ilaç olacak büyük bir metnin/konuşmanın/ filmin içinde bile bulsalar, Hakikat'e doğru uzanmış bir yolun üstündeki -neredeyse güzel- bir kusur olarak değil; o hakikat güzelliğini alaşağı etmenin bir bahanesi olarak selamlıyorlar ve ona sarılıyorlar!

İslam'ın ve Hz. Peygamber'in, her şeyden önce "suçun ve suçlunun götürülüp teslim edileceği ve karşılığında şu veya bu ücretin alınacağı bir otorite" değil; bir sevgi ve neşe kaynağı olduğunu sık sık unutuyorlar.

Bu, Türkiye'de dindarlık damarının yeni ve ilginç bir durumu.

12-25 NİSAN 2012

SON DAKİKA